top of page

Biyopolitik Alanda Bir Direniş Biçimi Olarak Beden*

*Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemler Yüksek Lisans, 2008

Biyopolitik alanda direniş nasıl mümkün olabilir? İktidarın merkezi neresidir? Muhatap alınacak kurum, merci ya da kişi var mıdır? Böyle bir ortamda gerçekleşen radikal direniş hareketlerini nasıl yorumlamak gerekir? İnsan bedeni bir silah ya da kurtuluş aracı olabilir mi?

Doğası gereği bir direniş hareketi olma özelliği taşıyan “terör” ve “intihar saldırıları”, son yıllarda modern bir savaş tekniği haline gelmiştir. Böylelikle kazanan tarafı ve sonucu belli savaşların yerini, her gün yeniden kazanılan ve nihai bir sonuç taşımayan savaşlar almaktadır. Madun tarafların başvurduğu bu eylemler kuşkusuz ki ahlaki boyutu açısından kabul edilemez ama şehirlerin tepeden bombalandığı savaşlardan bahsediyorsak eğer, zaten bu noktada etik kavramı çoktan anlamını yitirmiştir.

Beden, her zaman bir saldırı aracı olmak durumunda değildir kuşkusuz, açlık grevleri ve göç gibi durumlarda pasif bir direniş aracı da olabilir. İktidarın işleyebildiği en özel alan olan bedeni bir tehdit aracı haline getirmek veya bedeni iktidarın etki alanı dışına çıkarabilmek de başlı başına bir direniş modelidir.

Son 10 yılda çarpıcı bir şekilde artan radikal direniş hareketlerinin merkezine yine beden ve hayatın konuluyor olması, bu klasik hareketlere yeni bir boyut kazandırır. Bu yazıdaki amaç, köken olarak oldukça geriye dayanan bu hareketlerin post modern toplumda ve Biyopolitik alanda geldiği noktayı anlamaya çalışmaktır. İnsanların yaşam gibi ölüm üzerinde de hak talep etmeleri, insan yaşamları arasında kurulan hiyerarşi, merkezsiz bir dünya, modernlik ve post modernlik arasında direniş hareketlerinin gelişimi, gösteri toplumu ve risk kültürü gibi kavramlarla, çok daha derin bir inceleme konusu olabilecek bu alanda bir giriş niteliği taşımaktadır.

Modern devlet, bireylerin üstünde, onların varlıklarını görmezden gelerek oluşmuş bir düzen değil,  yeniden şekillendirilmiş bireyselliklerin ön plana çıktığı çok gelişmiş bir yapı olarak algılanmalıdır. “Bu iktidar biçimi bireyi kategorize ederek, bireyselliğiyle belirleyerek, kimliğine bağlayarak ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale eder.”[1] Böylece bireyler iktidarın birer öznesi haline gelirler. Öte yandan iktidarın olduğu her yerde direniş de vardır. Zira özgürlük iktidarın bir ön koşuludur ayrıca özgürlüğün olmadığı yerde iktidar basit bir şiddet uygulaması haline geleceğinden, onun destekleyicisidir. Dolayısıyla bireyselliğin üzerine kurulmuş, ondan beslenen böyle bir iktidar, bireysel direnişlere de imkân veren bir ortam yaratır.

Terör, intihar saldırıları, açlık grevleri ve göçün ortak noktası, direniş aracı olarak bedeni kullanmalarıdır. Moderniteyle beraber insan yaşamına verilen önemin artmasıyla bedenin bir tehdit aracı olarak önemi de artar.  Biyopolitik ortamda yaşam ve yaşam mekanizmaları açık hesaplar alanına sokulur. “Artık söz konusu olan egemenlik alanında ölümü öne sürmek değil, değer ve yararlılık alanında yaşam dağıtmaktır. Böylesi bir iktidar nitelemek, ölçmek, değerlendirmek, hiyerarşiye sokmak durumundadır”.[2] Sonuç olarak iktidar - sadece devlet değil, hayatın içinde devleti yansıtan birçok kurum iktidarın kristalleşmiş halidir- yaşamayı hak eden/etmeyen can ayrımına gider. Dolayısıyla bazı insanların canı korunması, özen gösterilmesi gereken bir projeye dönüşürken, ötekiler ise ölüme terk edilir. Bunun günümüzde belki de en önemli örneği sosyal sağlık sigorta sistemidir. Topluma yararlı kabul edilen, işe yarar bulunan, vatandaş olan kişiler bu sisteme dâhil olabilirken, diğerleri yaşama hakkından alıkonulur. İktidarın artık öldürme yetkisi yoktur ama yaşamalarını da sağlamak zorunda değildir. Her ne kadar siyasi mücadeleler hukuksal boyutta gelişse de, mücadelelerin merkezinde hukuktan çok yaşam vardır. Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nde belirttiği gibi; “Yaşama hakkı, bedene, sağlığa, mutluluğa dair gereksinimlerin doyurulmasına sahip olma hakkı, tüm ezilme ve yabancılaşmaların ötesinde, insanın ne olduğunu, ne olabileceğini görebilme hakkı… İşte klasik hukuk sistemi için son derece anlaşılmaz olan bu hak, tüm bu yeni iktidar yöntemlerine verilen siyasal yanıt oldu”. Yeni sosyal hareketlerin itici gücü de önemli bir ölçüde bu yaşam hakkının talebi üzerine şekillenir. Bu hareketlerin artık ortak noktası sınıf mücadelesi veya belli bir egemen güce direniş değildir. Belki de sadece özgürlük arayışıdır.

Öte yandan yaşam üzerinde hak talep etmenin bir başka yüzü daha vardır. Yaşama hakkının yanı sıra, ölüm üzerinde hak da söz konusudur.  Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan hayat, ortaya direniş aracı olarak kendi canını koyar, fakat bunun bir değer taşımadığının bilincindedir. Bu yüzden iktidarın yaşam projelerinin üstünde bir tehlike yaratır. Terör, intihar saldırıları gibi eylemler iktidara karşı, onun en değer verdiği vatandaşlarını, yurttaşlarını, beşeri yatırımlarını riske atar. Sistemin en can alıcı noktasını alt üst eder. Terör ve intihar saldırıları sıradan bir insanın strateji üzerine uygulayabileceği en radikal taktiktir. Ve çoğu direniş hareketi gibi aslında iktidar olmaya oynar. Artık roller değişmiştir, bedenlerin içine giren iktidar en büyük darbeyi yine bu noktada yemektedir.  

Açlık grevleri de aynı şekilde bir direniş türüdür. Burada, tehlike altında olan sadece eylemcinin hayatı ve bedenidir. Oysaki modern toplumda artık kimse göz göre birinin ölümüne seyirci kalamaz, ya da en azından bunun için bir bahaneye ihtiyacı vardır zira insan vücudu kutsaldır. Görünürde insan hakları vardır ve biz “vatandaşlar” bunu herkes için geçerli bir kavram olarak kabul etme eğilimindeyizdir. Dolayısıyla modern toplumda de facto bir şekilde de olsa, hakkını aradığı için kimsenin ölmesine izin verilemez. Açlık grevleriyle iktidarın dayatmaya çalıştığı kavramın içi boşaltılır, değiştirilir, yeni bir şekilde ve de namlusu kendisine dönük olarak iade edilir.

Hardt ve Negri, modernlikten post modernliğe geçişte, emperyalizmden imparatorluğa doğru bir değişimden bahseder. Buna göre imparatorluğun toprak temelli bir iktidar yapısı yoktur. “İmparatorluk, giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katan merkezsiz ve yertsizyurtsuzlaşmış bir yönetim aygıtıdır. ”[3] Sınırları yoktur, kendini ezeli ve ebedi addeder. İmparatorluk biyopolititik bir alan haricinde var olamaz. Yönetiminin nesnesi bütün olarak toplumsal hayattır, nitekim imparatorluk biyopolitikanın pragmatik biçimidir. Deleuze ve Guattari’nin belirttiği gibi, iktidar bir yandan toplumsal yaşamın her öğesini içinde barındırdığı gibi, diğer yandan da maksimum çoğulculuk ve sayısız tekilleşme barındıran bir ortam yaratır. Bu yüzden “Beden hem üretim hem de yeniden üretim, hem yapı hem üstyapıdır, çünkü tam anlamıyla hayat ve gerçek anlamda politikadır”[4]

İmparatorlukta merkezi bir iktidar söz konusu değildir; ulusüstü kurumlar (BM, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, GATT… vb), sivil toplum kuruluşları ve önde gelen bazı ulus devletler iktidarı paylaşır. Dolayısıyla böyle küresel bir dünyada artık sosyal hareketlerin muhatap alacağı hiçbir merci ya da tüzel/gerçek kişi yoktur. Bu yüzdendir ki sosyal hareketler artık iletişim kurabilecek, seslenebilecek hiçbir merkezi güç bulamaz.

Öte yandan, emperyalizmden imparatorluğa uzanan bu süreçte direniş hareketleri de büyük ölçüde değişim gösterir. Modern iç savaşlar ve kurtuluş savaşlarında, parçalı ve düzensiz asi güçler birer halk ordusuna dönüştürülmüştür. Fakat savaşta başarılı halk ordularının katı ve hiyerarşik yapıları, siyasi sistemde demokrasi arzusunu tatmin edememiştir. 1960’larda dünya çapında gerilla ordularının yeniden doğuş süreci gözlemlenir. Küba örneğinde olduğu gibi, gerillalar askeri zaferden önce hiçbir partiye tabi değillerdir, sonrasında da Che’nin siyasete katılmayıp Bolivya’ya dönmesi gerilla faaliyetinin asli olduğu konusunda ilham kaynağı olur.  Ama bu gerilla hareketleri daha bağımsız ve demokratik devrimci örgütlenme biçimlerine ancak bir geçiş aşaması olarak düşünülebilir. 1968’den sonra kurtuluş ve direniş hareketlerinin biçimi köklü bir şekilde değişmeye başlar. En önemli değişim, gerilla hareketlerinin kırdan kente, açık alanlardan kapalı alanlara kaymaya başlamasıdır. Ayrıca bu yeni gerilla savaşı teknikleri postfordist üretim tekniklerini, enformasyon ağlarını kullanır ve biyopolitik üretim niteliklerini benimseyerek öznelliğin üretimini de beraberinde getirir. Böylece mücadelenin ortak noktası hakim güçlere saldırmaktan kentin kendisini dönüştürmeye kayar. Sonuç olarak gerilla modelinin çok merkezli biçimi, bir ağ modeline evrilir; artık bir merkez yerine birbirleriyle iletişim halinde olan çoğulluklar vardır.[5]

İmparatorluk çağının merkeziyetsizliği ve direniş hareketlerinin çok merkezli ve bağımsız yapısı en uygun formunu kuşkusuz küreselleşme karşıtı hareketlerde bulur. Bunlar tamamiyle barışçıl da olsa, Seattle ve Genoa örneklerinde olduğu gibi gösterilerin çoğunlukla kanlı geçmesi tesadüfi değildir. Direnişçilerin seslenecekleri bir merkezi güç yoktur, karşılarındaki tek muhatap, biyopolitik bir araç olan polislerdir. Bu iki güç arasında anlamlı bir iletişim gerçekleşemeyeceğinden, şiddetin doğması kaçınılmazdır. Bu tür direniş hareketlerinde amaç sesini olabildiğince çok duyurmak, dikkat çekmek ve bir performans sergilemek halini alır. Ancak küreselleşme karşıtı gruplar birçok bakımdan sınırlıdır:  öncelikle her ne kadar küresel bir vizyona sahip olsalar da sadece Kuzey Avrupa ve Avrupa’da kitleselleşmişlerdir. Ayrıca sadece bir zirveden diğerine giden bir protesto hareketi olarak kaldıkları sürece alternatif bir toplumsal örgütlenme yaratmaları zor görünmektedir[6].

İster şiddet yanlısı olsun, ister barışçıl, bütün bu eylemler seslerini duyurmak için gösteri toplumundan beslenirler. “Gösteri bir imajlar toplamı değil, kişilerin arasında var olan ve imajların dolayımından geçen bir toplumsal ilişkidir”.[7] Gösteri dili hâkim olan üretimin işaretleriyle konuşur ve kendi gerçekliğini oluşturur.  Bu yaratılmış gerçekliğe karşı direnişlerin de ayrı bir gösteri niteliği taşıması gerçeklikte bir yarılma yarattığı gibi, toplumsal olarak etkisi de büyük olacaktır. Bedenin kullanılması her zaman görsellik taşımak zorundadır. Bu tür eylemler kamunun en dikkat çekici yerlerinde, medyanın iletişim alanı dâhilinde ve görsel bir şov haline dönüştürülerek gerçekleştirilir. Günümüzde nerdeyse kimse meydanın ortasında kendini yakan soğukkanlı rahibin görüntüsünü veya ikiz kulelere çarpan uçakların sembolizmini unutamaz.  Bu görüntüler medyada defalarca gösterildiği gibi, neredeyse sanatsal sayılabilecek imgelemler de taşırlar. Asıl amaç uzun vadeli sonuçlarından bağımsız olarak bir situation yaratmak ve kamuoyunun dikkatini çekmektir. Bu eylemin şiddet derecesiyle orantılı olarak toplumda bir panik havasının oluşmasını da beraberinde getirir.

Terör örgütleri kurumsallaşmış, resmi yapılar değildir, merkezden sürekli olarak kopma çabası taşır; varlıkları ancak yasa dışılığı ile beraber tanınır. Dolayısıyla iktidar ve terör arasında bir diyalog hiçbir zaman mümkün olamaz. Yapılanmaları kurallardan ziyade değerlere sembollere bağlıdır. Hiyerarşik bir yapının varlığıyla beraber, daha çok yatay ve karışık bir dağılımları vardır. Liderleri bilinir ancak yeri bilinmez, yapacakları eylemler belirsizdir, kestirilemez. Böyle bir ortamı Scott Lash’in önerisiyle “risk toplumu” değil, “risk kültürü” olarak anlamlandırmak daha doğru olabilir. Çünkü artık kurumlar değil, cemaatler söz konusudur. Douglas ve Wildovsky ise daha kurumsal bir bağlamda risk toplumunu inceler; böylesi bir toplumun oluşan bir yanı, bir de yapılan bir yanı vardır. Sistematik olarak risk yaratılır ya da olası riskler fark ettirilir. Bazen riskin ötesindeki risk algısı baskın gelir. Lash’e göre risk kültürünün suçlayacağı bir odak her zaman vardır, böyle durumlarda riskin büyüklüğünden çok, kimin suçlandığına da dikkat etmek gerekir.[8] Öyle ki bu suçlamalar, riskin kendisinden daha endişe verici hareketlerin bahanesi olabilir. Terörü engellemek için savaş açmak gibi durumlar diyalogun olmadığı böylesi durumlarda mümkündür. Sonuç olarak risk, kendi kendini yeniden üretmeye devam eder.    

Şiddet içeren radikal direniş hareketleri neden çoğunlukla madun tarafın bir aracıdır, konuşamaz, çünkü konuştukları anda öteki’nin yada iktidarın düzenine tabi olmaları gerekir. Çünkü dil hâkim sınıf, güç, cinsiyet tarafından kodlanmıştır ve madunların sesini duyuracak başka bir dili yoktur. Sonuç olarak onlara “dil-dışı” yöntemlerden başka bir seçenek kalmaz. Dilsel veya ideolojik yollardan egemenliğini sağlayamayan toplumlar veya gruplar, daha eski bir egemenlik aracı olan şiddete yönelir.[9] Sesin duyulmadığı bir ortamda fiziksel güç ön plana çıkacaktır. Toplumsal bir direniş olarak şiddetin de en yaygın kullanımı da terördür. Bu yüzden terör madunların direniş aracıdır.

Terör, demokratik bir toplumda sosyal bir direniş aracı olarak kabul edilmemelidir. Ama son 10 yılda terör olaylarındaki artışlar göz önüne alındığında, açlık grevlerini kanıksamaya başladığımız düşünüldüğünde, tarihi bakımdan oldukça eskiye dayanan bu radikal direniş hareketlerinin yepyeni bir boyutta yeniden şekillendiğini görürüz. Bu örgütler kendi içinde demokratik bir yapıya sahip değildir belki, ama demokratik toplumun imkanlarını kendi amaçları lehine kullanmayı öğrenmeleri bakımından dikkate değer bir değişim göstermişlerdir. Biyopolitika’nın sağlamış olduğu bireyselleştirme ve özne olarak direniş imkanı bu yasadışı, saldırgan hareketler için de uygun bir ortam sağlamış veya bu ortam onlar tarafından iyi değerlendirilmiştir. Bu hareketler postfordist üretim yapısının yaratıcılık, iletişim ve öz-örgütlülük gibi özelliklerini de içinde barındırırlar, bu da onların eskiye göre daha yatay ve bağımsız bir ağ kurmalarına imkan verir. Medyayı ve diğer basın araçlarını sadece iletişim amaçlı değil, aynı zamanda gösteri amaçlı da kullanır.

Bu yazıda belirtilmek istenen, biyopolitik alanda direnişin ancak ve ancak beden üstünden yapılabileceği değildir ya da şiddet olmadan direnişin sonuçsuz ve yararsız olacağı da değildir. Sadece var olan bu eğilimin veya geri dönüşün temelleri biyopolitik alanda aranmaktadır. Bu hareketler yapısı itibariyle, belki bir çokluk yada tekillik formu olarak kabul edilemez. Ama diğer yandan da en uç noktasında bireyselliğin gücünü sergiledikleri için risk kültüründe ayrı bir müphemlik alanı oluştururlar. Burada sınırlı bir alanda kısaca değinilmek istenen bu görüşler, bu bağlamda daha detaylı bir araştırmaların konusu niteliğindedir.  

 

 

KAYNAKÇA

[1] FOUCAULT Michel, Özne ve İktidar, Seçme Yazılar 2, Ayrıntı Yayınları, 2005, İstanbul, s:63

[2] FOUCAULT Michel, Cinselliğin Tarihi,  Ayrıntı Yayınları, 2007, İstanbul, s:26

[3] HARDT M., NEGRI A., İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları, 2008, İstanbul, S:19

[4] İbid, S: 55

[5] HARDT M., NEGRI A., Çokluk,  İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, Ayrıntı Yayınları, 2008, İstanbul, S: 81-110

[6] İbid S: 103

[7] DEBORD Guy, Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınları, 2005, İstanbul, S: 36

[8] LASH Scott, “Risk Culture” in Barbara Adam...[etal.] (eds), The Risk Society and Beyond: Critical Issues of Social Theory, London, SAGE, pp 47-51

[9] SOMAY Bülent, Madunların Küstahlığı, 2008

bottom of page