top of page

Göçmenlik, Biyopolitika ve "Kirli Tatlı Şeyler"*

*Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemler Yüksek Lisans, 2008

- How come I've never seen you people before?

- Because we are the people you do not see. We are the ones who drive your cabs.

 We clean your rooms. And suck your cocks.

 

 

                                                                                                                                                                      Dirty Pretty Things, 2002

 

 

Avrupa kıtası, tarih boyunca gösterdiği gelişimi kendisi için karşılıksız çalışan, üreten, savaşan, emek veren iş gücüne borçludur. Bu süreç Eski Yunan’dan günümüze kadar çeşitli yöntemler ve şekiller altında işlemeye devam etmiştir. Avrupa’nın hala köklerini dayandırmaktan gurur duyduğu Yunan Medeniyeti’nin doğuşu, böyle bir ortamın doğmasına imkân veren kölelik sistemi sayesinde gerçekleşmiştir. Feodal dönemde, aristokratlar için hizmet veren serfler, köle geleneğinin bir uzantısı olmuştur. Sömürgecilikle beraber Avrupa, deniz aşırı topraklarda hem bol miktarda ham madde hem de bedava iş gücü elde etmiştir. Bu süreçte  köle ticareti yapmaktan da geri kalmayarak kendisine yeni bir gelir kaynağı da elde etmeyi başarmıştır. 19. Yüzyılın ortalarından itibaren sona eren kölelik sistemi yerini çok kötü şartlarda çalışmaya mahkûm edilen  sözleşmeli işçilere (coolie system) bırakmıştır. Öte yandan hızla sanayileşen Batı Avrupa, vasıfsız işçi açığını Doğu ve Güney Avrupa ülkelerinden ve sömürgelerinden gelen ucuz işçilerle kapatmaya çalışmaktadır. Bu topraklara “geçici” olarak gelen ama daha sonra ailelerini de getirerek buraya yerleşip çoğalan bu insanlar, ileriki zamanlarda büyük bir sorun olarak algılanan göçmenlik meselesini de politik düzleme taşıyacaktır. 

Diğer taraftan, göçmenler, mülteciler ve özellikle kaçak işçiler, geldikleri bu topraklarda hayatta kalabilmek için iktidarın birçok biçimine boyun eğmek zorunda kalmaktadırlar. Bedenleri, üremeleri, yaşam şartları, var olma biçimleriyle iktidarın öznesi haline getirilerek, devamlı denetlenen bir hayat alanının içinde yaşamaya mahkum edilirler. Tahakküm, önyargılar ve ahlak kurallarının boyunduruğu altındaki bu sistemden en çok etkilenen, aslında çoğu zaman devletin ilk olarak ihmal edebileceği bu “çıplak insanlar” olur. Bu devletsiz insanlar, aslında yurttaşlık haklarıyla doğrudan bağıntılı olan insan haklarından da mahrum kalırlar. Onların artık sesi çıkamaz, çıksa bile duyulmaz…

 

 

Avrupa’da Vatandaşlığın Sınırları

 

1650’li yıllardan itibaren göçmenlik, Batı Avrupa’nın modernleşme ve sanayileşme sürecinde sosyal hayatını ve ekonomi politiğini etkileyen önemli bir faktör olmuştur. Günümüze kadar geçen zaman zarfı içinde, göçmenler hem işgücü hem de askeri güç olarak bedenleri üzerinden bir var olma çabası vermişlerdir. Yaşamaya çalıştıkları topraklarda, onların kimliğinin bir önemi yoktur, fiili olarak yarattıkları katkı veya verdikleri zarar kadar değerlidirler. Bu yüzden de modern devlette Foucault’nun değindiği şekilde bir biyopolitika’dan  kavramsal olarak kabul bahsedebiliyorsak, iktidarın bu biçimine en çok maruz kalanlar kuşkusuz göçmenlerdir. Avrupa’daki göç hareketlerine tarihsel bir düzlemde bakacak olursak, bu olgunun modern toplumlar içerisindeki amaç ve işlevleri daha rahat bir şekilde anlaşılabilir. Bu bağlamda, göç hareketlerini niteliklerine ve gelişimine göre 1945 öncesi ve sonrası şeklinde ayırmak uygun olacaktır.

 

1945 Öncesi Göç Hareketleri

 

Avrupa sömürgeciliği birçok göç tipinin gelişmesine olanak vermiştir. Bunları genel olarak; Avrupa’dan sömürge topraklarına doğru göçler, Avrupa içi göçler ve köle ticareti olarak şekillendirmek mümkündür. Köle ticareti modern iş gücü göçünün önemli bir öncelidir. 1770’lerde Amerika’daki 2,5 milyon köle Avrupa ticari üretiminin 1/3’ünü oluşturmaktadır[1]. Sistem üçgen bir yapı içinde gelişmektedir: Avrupa limanlarından sanayi ürünleriyle yola çıkan gemiler, Batı Afrika kıyılarına gelir, buralardan  ya zorla yada mal karşılığı köle toplarlardı. Ardından alınan köleler Amerika’ya götürülüp para karşılığı satılır, buradan elde edilen gelirle de Avrupa’da satılmak üzere ham madde alınırdı. Kölelik daha önceden de birçok pre-kapitalist toplum tarafından kullanılmaktaydı ancak sömürgeci devletlerin amacı ticari sermayeyle bir dünya pazarı inşa etmekti ve kölelerin ticari bir meta olarak varlığı sistemin en önemli dinamiğini oluşturuyordu.

19. yüzyılın ortalarından itibaren kölelik sisteminin kalkması, tüccarları başka karlı iş gücü arayışlarına yönlendirmiştir. Böylelikle köleliğin yerini Asyalı vasıfsız sözleşmeli işçiler (coolie system) alır. Bu işçiler büyük gruplar halinde alınıp, bazen zorla, başka bir çalışma alanına götürülmekteydiler. Kayıtlara göre sözleşmeli işçiler sömürge güçleri tarafından 40 ülkede kullanılmıştır ve 1834–1941 yılları arasında bu şekilde çalışan 12 ilâ 37 milyon insandan bahsedilmektedir[2]. Sözleşmeli işçilerin çalışma koşulları ve yaşam şartları çoğu zaman kölelerden bile kötüdür. Öte yandan deniz aşırı fırsatlar kast sisteminden, yoksulluktan, politik baskılardan kaçmak için olanak sağladığından, maruz kalınan olumsuz koşullar bu kişilerce kabul edilebilir hale gelir.

Avrupa’da deniz aşırı göç ve Avrupa içi göç eş zamanlı gelişmiştir. 1876–1920 yılları arasında İtalya nüfusunun yarısı diğer Avrupa ülkelerine göç etmiştir. Batı Avrupalılar deniz aşırı sömürgelerine göç ettiklerinden, bu bölgelerdeki işçi açığını kapatmak için Polonya, İrlanda ve İtalya gibi çevre bölgelerden işçi alımı yapılır. Devletler, gelen işçilerin karakterlerinin geçiciliği konusunda oldukça titiz davranırlar. Çalışma şartları ve maaşları çoğu zaman eşit değildir. Ne var ki gitgide artan göçmen nüfus, Avrupa sanayileşmesinde oldukça önemli bir rol oynamıştır. 

Avustralya’da 1945’ten sonra başlayan göç hareketleri, adeta biyopolitik bir proje halini alır. İlk hedef senede 700.000 göçmendir ve bir İngilize karşılık herhangi bir yabancı oranı uygulanır. Ne var ki yeteri kadar İngilizi çekmek imkânsızdır, bu yüzden “kabul edilebilir ırktan” ve “anti-komünist” olmak üzere başka ülkelerden mülteciler de alınmaya başlanır  ama Avrupa dışı kesinlikle kabul edilmez. Erkek nüfusu fazlası oluşunca bekar kadınlara öncelik verilir. Böylece göç hareketleri öjenik bir boyut kazanmaya başlar.

Diğer taraftan göçmen nüfus askeri amaçlarla da kullanılmaktadır. Fransa’da 1889’da, Almanya ile oluşabilecek herhangi bir çatışma durumunda görevlendirilmek üzere, göçmenlerin ve oğullarının askere alınmasını öngören bir kanun değişikliği yapar. Nazi döneminde de Almanya’da çoğunlukla zorla gerçekleşen büyük bir göçmen iş gücü alımı yaşanır. Savaşın sonunda Reich Almanya’sında 1,8 milyonu savaş esiri olmak üzere 7,5 milyon yabancı çalışan vardır[3]. Savaşlar sömürge ülkelerin vatandaşlarının bağlı oldukları güce sadakatlerini kanıtlamaları için bir fırsattır. 1. Dünya Savaşı’nda İngiltere elindeki bu gücü iyi kullanır. Beyaz dominyonlardan gelen 1,3 milyon sömürge askerine ilaveten, beyaz olmayan sömürgeler de savaş için hayatı bir rol oynar; savaşan 800.000’den fazla Hintli bu gücün sadece bir kısmıdır, askeri seferberlik milyonlarca yerliyi ordu saflarına katar[4]. 1.Dünya Savaşı’ndan beklediği teşekkürü elde edemeyen Güney Afrika, 2. Dünya Savaşı’nda gönderdiği askerlere karşılık tam vatandaşlık hakkı talep eder[5]. Artık gönderilen askerler ve dolayısıyla insan bedeni bir pazarlık malzemesi haline gelir. Ödemiş oldukları bu kan vergisi, taleplerde bulunmak isteyen sömürgeler için iyi bir fırsat olur. Ayrıca ilerde kendi kurtuluş mücadelelerinde başvuracakları savaş tecrübeleri edinirler. Vietnam’da, Japonlara karşı kullanılan taktik ve stratejiler 1945’ten sonra Fransızlara karşı sürdürülen mücadelede yararlı olmuştur[6].

 

1945  Sonrası Göç Hareketleri

           

Avrupa ekonomisi savaştan sonra yaralarını çabuk kapatır, öyle ki 1950’lerde yerel nüfus işçi ihtiyacını artık karşılayamayacak durumdadır. İngiltere, Belçika, Fransa, İsviçre, Hollanda, ve Almanya, öncelikli olarak Güney Avrupa’dan olmak üzere çevre birçok ülkeden misafir işçi alırlar. Bu sistemi en ileriye götüren Almanya’dır; 1973’te işçi almayı bıraktığında topraklarında 2,6 milyon yabancı çalışan barındırmaktadır[7]. Alman göçmen politikası gereği gelenlerin ailelerini getirme, yerleşme hakkı yoktur, herhangi bir disiplinsizlikte her an ülkelerine geri gönderilebilirler. Ama durum pek beklendiği gibi gelişmez. 1973’te kapılar kapansa bile yabancı nüfus Almanya’yı terk etmeyip, kiliselerin, aktivistlerin de etkisiyle yerleşir ve sayısal olarak dikkat çekici boyutlara ulaşırlar. 

Öte yandan sömürge güçleri için ikili anlaşmalar tek seçenek değildir, deniz aşırı topraklarından gelen geniş bir işçi kaynakları vardır. Durum, emperyalist güçlerinin savaş sonrası büyümeyi sömürge güçleriyle desteklemesinin yanı sıra, Avrupalı vatandaşlar için güvenli iş koşullarını sağlayamamalarından ileri gelmektedir. 1948’de İngiltere tüm sömürgelerine tam vatandaşlık hakkı tanır, böylece işçi sıkıntısını çözümlendirmiş olur. 1962’de gelen göçleri azaltma kararı aldığında topraklarında milyona yakın göçmen nüfus barındırmaktadır[8]. Durum, Fransa içinde benzer gelişir. 

 

Göçmenlerin geçiciliği konusundaki yanılsamayı güçlendirmek için, göçmenler gündelik hayatta ve iş hayatında ayrımcılığa maruz kalırlar; yabancı nüfusun işsizlik oranı, yerli nüfusa göre oldukça yüksektir, ücretlendirme eşit değildir ve yaptıkları işler genelde yerli halkın yapmayı tercih etmediği türdendir. Artan yabancı nüfusla beraber muhafazakar kesimden gelen tepkiler de yükselmeye başlar. Göçmenler, topraklarından zorla koparılmış köleler değillerdir belki, ama iktidarın onlar üzerindeki baskısı daha farklı bir şekilde hissedilmektedir. Göçmenler geride kalmış kölelik sisteminin modern bir türevidir. Onlar, tüm bedenleri ve biyolojik varoluşlarıyla modern yaşamın bir konusu, öznesi haline getirilirler.

 

"Kirli Tatlı Şeyler" üzerine inceleme

Kirli Tatlı Şeyler, dünyanın en kozmopolit şehirlerinden Londra’da kapitalist ekonominin sessizce işlemesini sağlayan kaçak göçmenlerin, mültecilerin var olma çabaları üzerine odaklanan bir film. Filmin ana karakterlerinden Okwe, politik nedenlerden dolayı ülkesi Nijerya’dan kaçmak zorunda kalmış, Londra’da yasadışı yaşayan bir doktordur. Gündüzleri taksi şoförlüğü, geceleri ise otelde resepsiyon görevlisi olarak çalışır. Şenay ise, mülteci olarak Londra’ya sığınmış bir Türk kızıdır, Okwe ile aynı otelde oda temizlikçisi olarak çalışır ve Okwe’nin, evinde bir kanepede yatmasına izin vermektedir. Bir gün şans eseri Okwe’nin otel odasının tuvaletinde insan kalbi bulmasıyla hikâye yeni bir boyut kazanır; bu olayı, organ mafyasının içinde olan müdürü Sneaky’ye bildirir ama müdürün tehdidiyle susmak zorunda kalır. Şenay’ın pasaport alabilmek için böbreğini satmak istemesiyle, Okwe Şenay’ın ameliyatını yapmak üzere bu işe dahil olur. Sonunda Şenay yerine Sneaky’nin böbreğini satarak kurtulmayı başarırlar. Şenay yeni bir hayata başlamak için New York’a gider, Okwe ise kızının yanına Nijerya’ya döner. 

 

Kirli Tatlı Şeyler, her karesiyle iktidarın insan bedeni üzerindeki denetimini gözler önüne seren bir hikâyedir. Bu bağlamda filmi analiz edebilmek için Michel Foucault’dan alınan biyopolitik kavramıyla, Hannah Arendt’in göçmenler ve devletsiz insanlar hakkındaki düşüncelerini birleştiren Giorgio Agamben’in izinden gitmek  sanırım uygun bir yol olacaktır. 

 

Foucault’ya göre; klasik çağda hükümdarın tebaası üzerinde öldürme ve yaşamasına izin verme hakkı mevcuttur, modern devletle birlikte bu hakların yerini yaşama ve ölüme atma gücü almıştır. Devlet artık vatandaşlarının hayatının en içine kadar nüfuz etmiştir. Artık iktidarın en yüce görevi öldürmek değil, yaşamı yavaş yavaş kuşatarak denetim altında tutmaktır. Burada söz konusu olan merkezi bir egemen kuvvet değil, yaşamın çeşitli alanlarında etkili olan iktidar kurumlarıdır: aile, okul, ordu, polis, bireysel tıp ya da yerel yönetimler[9]... “Bu iktidar biçimi bireyi kategorize ederek, bireyselliğiyle belirleyerek, kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale eder”[10]. Böylece birey kendi irade ve vicdanıyla kendi kimliğine bağlı bir özne olurken, diğer yandan da denetim bağımlılık yoluyla iktidarın bir öznesi haline gelir. Foucault biyopolitika konusundaki incelemelerini kurumlar düzeyinde sınırlı tutarken, Hannah Arendt ise biyosiyasal yaklaşımdan bağımsız olarak, çalışmalarını totaliter devlet üzerinde yürütmüştür.

 

Arendt’in göçmenlik konusuna yaptığı en büyük katkılardan biri insan hakları ve vatandaşlık arasında kurduğu bağlantı olmuştur. La déclaration des droit de l’homme et du citoyen (İnsan ve vatandaş hakları bildirgesi) daha başlığı itibariyle içinde muğlâklık taşımaktadır. Birinci maddede tüm insanların eşit doğup yaşadığını söylerken, ikinci maddede “Bütün siyasal toplulukların hedefi, insanların doğal ve iptal edilemez haklarını korumaktır” diyerek hakların korumasını siyasal bir topluluğa devreder. Üçüncü maddede görüldüğü üzere (“Egemenlik ilkesi esas itibariyle ulusa aittir”) insan haklarını vatandaşlık haklarıyla sınırlandırmış olur. Dolayısıyla ulusunu yitiren bir mülteci, reel hayatta siyasi haklarını da yitirmiş olmaktadır. Ayrıca yurttaşlık hakları da olağanüstü durumlarda insan haklarından arındırılabilir. Bir askerin savaş sırasında yaşam hakkı yoktur, bir istisna durumunda vatandaş özgürlük ve mutluluğu arama hakkından mahrum kalabilir[11]. Mülteciler, insan ile vatandaş, doğum ile milliyet arasındaki sürekliliği kopararak siyasal alanın gizli önvarsıyımını, yani çıplak hayatı, gözler önüne serer. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra birçok Avrupa ülkesinin toplu vatandaşlıktan ve milliyetten çıkarma düzenlemeleriyle devletsiz kalan insanlar, mülteciler devletlerin sorunu çözmekten aciz kaldığı toplumsal bir fenomen halini alırlar.

 

Filmin başında Okwe sahte kimlik kullanarak şoförlük yaptığı durağa gider. Burada durağın sahibi dahil herkes, kaçak olarak çalışmaktadır. Durak sahibinin ürolojik bir sağlık problemi vardır ama doktora gidememektedir, Okwe’den yardım ister: Ortaya konan bu durum, aslında sosyal sigorta sisteminin kapsama alanının sınırlarını çizmektedir. Sağlık hizmeti kuşkusuz bir insanın yaşama hakkını sağlayan temel bir gereksinimdir ama bu hizmete ulaşabilmek için devletin yada iktidarın kişiyi resmen tanıması, tanımlaması gerekir. Bu açıdan, Foucault’nun bahsettiği gibi iktidar artık ölüm değil, değer ve yararlılık alanında yaşam dağıtmaktadır ve “Böylesi bir iktidar nitelemek, ölçmek, değerlendirmek, hiyerarşiye sokmak durumundadır”[12] yani kimin yaşayıp, kimin yaşayamayacağına dolaylı olarak karar veren kurumları bünyesinde barındırır. Agamben ise ötenazi tartışması üzerinden “yaşamayı hak etmeyen can” kavramını sorunsallaştırır; hayata değer biçmek ve hayatı siyasallaştırmak kaçınılmaz bir şekilde, hayatın siyasal anlamını yitirdiği, sadece “kutsal hayat” haline geldiği ve dolayısıyla da yok edilmesinin mübah olduğu eşiğin belirlenmesini gerektirir. Bu eşik veya sınır her toplumda mevcuttur ve kendi “kutsal insanlar”*ının kimler olacağını belirler[13]. Sosyal sağlık sigortasının ulaşım alanı, aynı zamanda iktidarın bios (nitelikli hayat) ve zoé (çıplak hayat) arasında çizdiği sınırı belirler, kimin doğal hayatta çıplak kalacağına, kimin şehre dahil edileceğine karar verir. Nitekim modern biyopolitikada egemen, hayatın değerine ve değersizliğine hükmeden kişi demektir.

 

Otel çalışanları mesai saatinde giriş yaparken, yukarıdaki kameraya bakarak kendilerini göstermek zorundadırlar. Çalışanların, otel için tek işlevi bedensel çalışmalarıdır. Yaptıkları işler fiziksel işlerdir dolayısıyla çalışanların kimliğinin hiçbir önemi yoktur. Önemli olan onların doğru saatte, doğru yerde mevcut olmalarıdır. 

 

Okwe el altından ilaç temin etmek için hastanenin morgunda çalışan Asya kökenli arkadaşının (Guo Yi) yanına gider. Ona bulduğu insan kalbinden bahseder, arkadaşı ise ona soru sormamasını çünkü kendisinin yasa dışı olduğunu ve hiçbir şeyinin, yerinin olmadığını, dahası kendisinin bir hiç olduğunu söyler. Okwe haklı olsa da, konuşmak istese de konuşamaz. Çünkü sesi çıkamaz. Konuşmak için her şeyden önce bir kimliğe, yasal bir bedene ihtiyacı vardır. Hâlbuki madunlar konuşamaz, konuşmak için öteki’nin oluşturmuş olduğu “simgesel düzen”e dahil olmaları gerekir[14]. Aynı şekilde otel odasında müşterisi, Afrikalı fahişeye (Juliette) saldırdığında, kadının şikayet etmeye veya hakkını aramaya imkanı yoktur, tek yapabileceği ona aynı şekilde şiddet kullanarak cevap vermektir, o da bunu yapar.

 

Okwe, Sneaky’nin odasında böbreğini aldırırken mikrop kapmış Somalili adamı görür ve ona yardım eder. Sonrasında adamın böbreğini pasaport için yani İngiliz vatandaşı olmak için sattığını öğrenir. Vatandaşlık için böbreğini satmak, hayatını tehlikeye atmak, bedenini bir alışveriş unsuru haline getirmek tam da Foucault’nun bahsettiği şekliyle iktidarın bedenlerimiz, özel yaşantımız ve seçimlerimiz üzerindeki tahakkümünün uç bir noktasıdır. Aynı iktidar şekli Amerikan vatandaşı olmak için   ya da kolej parası biriktirebilmek için askere kaydını yaptıran Amerikan ordusundaki göçmenlerde  de görülebilir. Ya da sömürge güçlerinin emperyalistler lehine savaşıp, karşılığında bağımsızlık talep etmeleri, filmde uygulanan iktidar şeklinin yasal yansımalarıdır. Guo Yi, Okwe’ye cesareti olsa beynini kurtarmak için böbreğini satabileceğini söyler. Yine Foucault’nun dediği gibi “iktidarın olduğu her yerde direniş vardır”. Burada da beyin üzerine kurulmuş iktidara karşı, böbreğin direnişi söz konusudur. Yani iktidarın öznesi olmuş beden, aynı şekilde iktidara karşı bir direniş aracıdır da.  Şenay’ın patronu onu göçmenlik bürosuna şikayet etmekle tehdit ederek oral seks yaptırmaktadır. Patronun Şenay’ın bedeni üzerinde, göçmenlik bürosu ve iktidarın uzantısı olarak tahakkümü söz konusudur ama Şenay bu durumdan yine bedeniyle, adamın cinsel organını ısırarak kurtulur. Diğer yandan oral seks yapmak da, o an için polislerden kurtuluş yoludur. Dolayısıyla beden, modern toplumda iktidar alanı olduğu kadar, bir direniş alanıdır da aynı zamanda.  

 

Filmde, sıradan insanların üzerinde baskı kuranlar yine sıradan insanlardır. Baskı mekanizmalarını oluşturan kişiler merkezi bir gücün parçası değillerdir, iktidar parçalanmış ve parçalarını hayatın tüm katmanlarına yaymıştır. Bu devletsiz insanlar üzerinde baskı kuranlar yine yabancı kökenli insanlardır. Şenay’ın bekaretini alan Sneaky Latin kökenli, fabrikanın patronu Hintlidir, hatta göçmenlik bürosunun polisleri bile İngiliz asıllı değildir.

***

 

Sonuç olarak denebilir ki, eskiden batı toplumunun ilerleyişinin önemli bir dinamiği olan kölelik, günümüze kadar çeşitli şekillerde evrilerek işlevini sürdürmektedir. Postkolonyal dönemde savaşlarla sınırlar yeniden çizilmeye başladığında, devletsiz kalan insanlar yeni bir istismar alanının doğmasına olanak vermiştir. Modern toplumlarda, kapitalist düzenin işlemesini sağlayan kişiler; görünmeyen, yok sayılan kaçak göçmenler ve birçok haktan yoksun bırakılmış mülteciler, sığınmacılardır. Bu insanlar iş gücü olarak yerel halkın tenezzül etmediği işlerde çalışabilir, askeri güç olarak savaşlarda kullanılabilir ya da fahişelik yapabilirler. Bedenleri bir pazarlık aracı, yaşamları ise biyopolitik bir alan haline gelebilir. Modern zamanların farkı, iktidarın bunu insanlara zorla değil, kendi hür iradeleriyle yaptırmasıdır. “Kölelik insan zincirlenmiş olduğunda değil, hareket edebileceği hatta kaçabileceği zaman bir iktidar ilişkisidir.”[15]. Bu oyunda özgürlük, iktidarın uygulanmasının bir koşuludur. Ama özgürlük iktidara sadece karşı çıkabilir, zira iktidar özgürlüğü tümüyle belirlemek eğilimindedir.

 

 

KAYNAKÇA

 

[1] CASTLES Stephen, MILLER Mark J., The Age of Migration, International Population Movements in the Modern World, Palgrave Macmillan, 2003, New York, S: 53

[2] ibid, S:55

[3] ibid, S:62

[4] LEVİNE, Philippa,  Battle Colors: Race, Sex, and Colonial Soldiery in World War I, Journal of Women's History, Vol. 9, 1998

[5] MOHLAMME, J S, Soldiers Without a Reward, Africans in South Africa's Wars, , Military History Journal - Vol 10 No 1, http://rapidttp.com/milhist/vol101jm.html

[6] BOISMENU Jean, LEFEBRE Luc, REGIMBALD Patrice; 20. Yüzyıl Tarihi, Nehir Yayınları, 2003, İstanbul, S:356

[7] HANSEN Randall, Migration to Europe since 1945:Its History and Its Lessons, The Politics of Migration, Blackwell Publishing, 2003, Massachusetts, S: 25

[8] ibid,  S:27

[9] FOUCAULT Michel, Cinselliğin Tarihi,  Ayrıntı Yayınları, 2007, İstanbul, S:104

[10] FOUCAULT Michel, Özne ve iktidar, Seçme Yazılar 2, Ayrıntı Yayınları, 2005, İstanbul, S:63

[11] ARENDT, Hannah, Totalitarizmin Kaynakları/2 Emperyalizm, İletişim Yayınları, 1998, İstanbul, S: 302

[12] FOUCAULT, Cinselliğin tarihi, op cit, S: 106

[13] AGAMBEN Giorgio, Kutsal İnsan, Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, Ayrıntı Yayınları, 2001, İstanbul, S:182

*  Antik Yunan’da bir suçtan dolayı halk tearfından yargılanan kişidir. Bu kişinin kurban edilmesine izin verilmez ama bu kişiyi öldüren birisi cinayet işlemiş sayılmaz.

[14] SOMAY Bülent, Madunların Küstahlığı

[15] FOUCAULT, Özne ve İktidar, op cit,  S: 75

bottom of page