top of page

Interview with Youssef Nabil*

* Bu yazı ilk olarak 01/04/2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisinde yayınlanmıştır.

“Her portre aslında fotoğrafçının otoportresidir” der Susan Sontag. O yüzden Youssef Nabil’in çektiği portrelerde kendisininden, otoportrelerinde de başkalarından izler bulmak mümkündür. Bugüne kadar çektiği Shirin Neshat, David Lynch, Cathrine Deneuve, Marina Abramovic, Louise Bourgeois, Sting ve Tracey Emin gibi birçok portrede belki de sanatçının kendisinden izler olduğu için bu insanlar bir bütünün parçası olurlar. 

Çocukken hayranlıkla izlediği eski Mısır filmlerindeki artistlerin artık yaşamadığını öğrendiğinde ilk defa ölüm gerçeği ile tanışan Youssef Nabil için artık fotoğraf ve sinema sevdiklerini ölümsüzleştirmenin tek yoludur. Çektiği siyah-beyaz fotoğrafları elle renklendirerek eski zamanlara ait solgun bir güzelliği yeniden canlandırır. Mısır sinemasının 1940’lardaki altın çağında nasıl filmler mutlu sonlarla bezenmiş gerçek dışı hikayeler sunuyorsa, Nabil’in fotoğrafları da bugünün tüm kusurlarını boyayla örterek şimdiki zamana dair bir nostalji yanılsaması yaratır.

20 yaşında tesadüfen David LaChapelle ile tanışarak asistanı olarak New York’a giden sanatçı artık bir daha doğduğu topraklara yaşamak için dönmeyecektir. Ama Mısır’ı onu doğuran bir anne olarak tanımlayan Youssef Nabil için “anayurdu”ndan kopmak ölüm ve yeniden doğuşun izlerini taşır. Dünyanın çeşitli yerlerinde çektiği otoportrelerinde bu arayışın ve özlemin izlerini görmek mümkündür.

Bugüne kadar sinemadan yoğunlukla beslenen sanatçı çektiği You Never Left / Hiç Gitmedin adlı 8 dakikalık kısa filmiyle en sonunda idealine kavuşuyor. Galerist Hasköy’de görülebilecek filmin kadrosunda Fanny Ardant ve  Un prophète filminden hatırlayacağımız Tahar Rahim yer alıyor. Mısır’dan ayrılış sahnesiyle başlayan film, karakterin ölümü, cenazesi ve sonra Meryem Ana olarak cisimleşen Mısır’ın kucağında ortaya çıkan bir La pietà sahnesiyle devam ediyor. Sembolik anlatılar ve Hıristiyan mitolojisinden öğelerle ilerleyen filmde sonunda karakterin yeniden doğuşunu ve bilinmeyene doğru yol alışını görüyoruz. Ayrıca filmdeki karelere paralel olarak, ayrı olarak çekilmiş ve renklendirilmiş fotoğraflar da sergide görülebilir. 

Galerist Hasköy’deki kişisel sergisi öncesinde Youssef Nabil konuştuk.

 

Çalışmalarınızda genelde varoluşsal kaygılar, arayış, ölüm ve yeniden doğum  gibi konular öne çıkıyor. Çalışmalarınıza hakim olan bu melankolik durumdan biraz bahsedebilir misiniz? 

 

Aslında her zaman hayatımla veya hayatı nasıl gördüğümle  alakalı konuları ele alıyorum ve sanırım ölümü çok düşünüyorum. Tam olarak neden olduğunu bilemiyorum, belki dindar bir atmosferde büyüdüğüm için olabilir; İslam her zaman ölümden sonra yaşamdan bahseder, ayrıca Mısır’da eski zamanlardan kalma bir firavun kültürü de vardır. Sonuç olarak belki ben yaşamın kısa olduğunu çok erken bir yaşta öğrendim ve hep ölümden sonra yaşam varmış gibi düşündüm. Herkesin her an ölebilme ihtimali benim için acı verici bir keşifti. Bu melankolik bir etki bırakmış olabilir tabii, ama benim hayattaki işleyişim sanırım bu şekilde.

Fotoğrafın boya ile renklendirilmesi gibi eski bir tekniğe sizi yönlendiren duygu neydi? Ortaya çıkan bu görsellik size ne ifade ediyor?

 

Aslında fotoğraf çekmeye eski Mısır filmlerinden ilham alarak başladım. Önceleri sadece siyah-beyaz fotoğraflar çekiyordum. Bir film çekiyormuş gibi senaryo ve ortam yaratarak arkadaşlarımdan bu sahneleri oynamalarını istiyordum. Sonra bu kareleri renkli olarak görmek istedim ve bu geleneksel teknikle fotoğrafları boyamaya başladım. Bu şekilde fotoğraflarımda geçmiş zamanların  dokusunu  koruyabiliyordum. Bir yandan da fotoğraf ve resmi birleştiren bu tekniği de seviyorum. Çünkü ben çocukken etrafta hep boyanmış film posterleri vardı. Ayrıca evimizde yine aynı yöntemle renklendirilmiş aile fotoğrafları vardı. Bunlar büyürken hep gördüğüm, ilgilendiğim şeylerdi ve işlerimde de bunu hem duygu hem de teknik olarak korumak istedim.

 

Çalışmalarında bu denli sinemadan etkilenen bir kişi olarak en başta fotoğraf ve resmi tercih etmenizin nedeni neydi? Ve şimdi film üzerinde çalışmak size neler hissettiriyor?

 

Galerist’te gösterdiğim Hiç Gitmedin benim ilk filmim. Film çekerken aslında bunun bana çok tanıdık geldiğini hissettim. Çünkü diğer çalışmalarımda da benzer bir süreci hep takip ediyorum; insanlarla önceden görüşüyorum, nasıl oynamaları gerektiğini konuşuyorum vs. Bu bakımdan ortaya çıkan işin tek kare olması veya akan kareler halinde olması hemen hemen aynı şey. Ama bu filmi çekerken kendimle ilgili keşfettiğim tek şey kalabalık çalışmayı çok sevdiğim oldu. Genelde tek başıma çalışıyordum ama bu sefer yanımda sürekli asistanlar, oyuncular, şoförlerden oluşan kalabalık bir ekip vardı. Hepimiz bir düşünceyi yaşama geçirmek için uğraşıyoruz. Herkes bütünü bir parçasından yakalıyor ve sonunda bu fikir mucizevi şekilde gerçekleşiyor.

 

Yüzünüz doğrudan görünmese de bir çok otoporteniz var.  Filminiz de aynı şekilde otobiyografik izler taşıyor. Buna karşılık birçok ünlü kişinin, arkadaşınızın portrelerini çekiyorsunuz. Kendi hayatınız ve onlarınki arasında kurduğunuz ortaklıklar, paralelellikler var mı? Sizi onlarda bulmak mümkün mü?

 

Fotoğrafa ilk başladığım andan itibaren, başkalarının portresini çekme fikri beni çok cezbetti. Bana çekici gelen şeylerin şeylerin peşinden giderek  kimlerin fotoğrafını çekeceğime karar verdim ve bunu somutlaştırmak istedim. Aslında göründüğü kadar kolay bir iş değil, benim dünyamın bir parçası olmaları için onları davet ediyorum, tabii bunun için onlarla iletişim kurabileceğimiz ortak noktalar olması lazım. Onlar farkında değil belki ama, ben onlarda hoşlandığım noktaları fotoğrafa alıyorum aslında. Böylece herkes aynı dili konuşuyor ve biz büyük bir ailenin parçaları oluyoruz. Bu kişilerin hepsiyle ortak bir coğrafyadan da gelmiyoruz ama mesela Cathrine Deneuve’ü çektiğimde bazıları onun bir Mısırlı gibi göründüğünü söyledi (Gülerek). Bilinçli olarak yapmıyorum ama belki benim onlara bakışımdan ve kullandığım teknikten dolayı olabilir. Ama yine de herkesin portresi ayrı bir hikaye anlatıyor.

 

Bundan sonra portresini  çekmek istediğiniz Türkiye’den veya dünyadan başka sanatçılar var mı?

 

Kutluğ Ataman ile iyi arkadaşız ama hiç birlikte çalışmadık, onunla çalışmak isterim aslında. Bu sefer Türkiye’den oyuncularla çalışma gibi bir planım da var. Mesela ben çocukken televizyonda her gün Emel Sayın’ı görürdük, onun fotoğrafını çekmek isterdim.

 

David LaChapelle ile tarzlarınız çok farklı gözükse de belki aslında ikiniz de farklı zamanlarda ve coğrafyalardaki bir cazibenin peşinden gidiyorsunuz. David LaChapelle ile beraber çalışmak size ve ona neler katmış olabilir?

 

Daha 20 yaşımdayken tesadüfen karşılaştım onunla ve daha sonra asistanı olmamı istedi. O zamana kadar hiç Mısır’dan dışarı çıkmamıştım ve bir anda  New York’taki sanat ortamının içine düştüm. Onunla tanışmam ve çalışmaya başlamam sanki kader gibiydi ve doğru yolda olduğumun bir işaretiydi. Onunla tanışmadan sadece üç ay önce fotoğraf çekmeye başlamıştım, sanat eğitimim yoktu. O her zaman benim abim gibi oldu. Ama birbirimizden etkilendiğimizi pek zannetmiyorum. Her ikimizin de kendine ait bir tarzı, tekniği ve geçmişi var. Ama bir keresinde bana Andy Warhol’un ona dediği bir sözü söylemişti: “Eğer kameraya baktığında gördüğün kare sana başka birine aitmiş gibi görünüyorsa deklanşöre basma.”  Benim için bu o zaman büyük bir tavsiyeydi, sanki Papa tarafından kutsanmak gibiydi (gülerek). Andy Warhol’un dediği bu söz kuşaktan kuşağa aktarılmış ve bana gelmiş gibi.

 

Mısır'daki 1952 devriminden sonra sizin de bu filmde ele aldığınız Mısır sinemasının altın çağı yavaş yavaş yerini başka bir türe bıraktı. Peki 2011 devrimi ve Arap Baharı’ndan sonra Mısır'da ve dünyadaki sanat ortamında ne gibi değişiklikler gözlemliyorsunuz veya bekliyorsunuz?
 

Savaş hala devam ettiğinden devrim konusunda şu an birşey söylemek için çok erken. Bizim Mısır’ın geleceğini anlamamız biraz zor. Ama sanki bir volkanın patlaması gibi, bundan sonra bu topraklarda zenginlik artacak, birçok fikir ve sanatçı ortaya çıkacak. Bu konuda çok olumlu düşünüyorum çünkü Mısırlıların içindeki iyiliğe gerçekten inanıyorum.

bottom of page