top of page

Interview with Nil Yalter*

* Bu yazı ilk olarak 01/12/2011 tarihinde Milliyet Sanat dergisinde yayınlanmıştır.

Video sanatı Türkiye’de ancak 90’larda kendine yer bulabilmiÅŸken Nil Yalter ilk videosunu 1974’te çekmiÅŸti.  Paris’te ‘68 Baharı’nın politik esintisiyle beslenen sanatçının çalışmaları zamanında sanat çevresi tarafından fazla politik, aktivistler tarafından ise fazla sanatsal bulunmuÅŸsa da artık bu sınırlar ortadan kalktı ve Nil Yalter kiÅŸisel sergisiyle karşımızda. Sanatçı sanat üretiminde Bizans, Anadolu, Orta Asya gibi DoÄŸu kültürlerinin izlerinin yanı sıra Batı’nın sanatını, DoÄŸu’ya bakışını, bu kültürler arasında göç ve göçün getirdiÄŸi acıları objektif ve ÅŸiirsel bir dille ele alıyor.

​

Paris yılları ile baÅŸlayan sergide, sanatçı ilk dönem resimleri üzerine çektiÄŸi videolarla geçmiÅŸi yeniden canlandırıyor. Sergide yer alan diÄŸer video enstalasyonlar ise, Nil Yalter’in sanat üretimi boyunca farklı ÅŸekillerde ele aldığı kadın, göç, Åžamanizm gibi konulardan bir seçkiyi bir araya getiriyor. Galerilerde daha önce görmeye alışık olmadığımız sanatçıyla, Galerist’teki kiÅŸisel sergisini bahane ederek konuÅŸma fırsatı bulduk.

 

1965’te Paris’e yerleÅŸerek 68 dönemini tam kalbinde yaÅŸama ÅŸansına sahip oldunuz. O dönemde içinde bulunduÄŸunuz ortamı biraz anlatabilir misiniz? Paris Baharı sizin sanatsal üretiminizi nasıl etkiledi?

​

65’te ilk Paris’e vardığım vakit, edindiÄŸim dostların arasında en önemlisi Sarkis ve eÅŸi Işıl Zabunyan’dı. Sarkis o zaman bana Pop Art’ı ortaya çıkaran Sonnabend Galerisi’ni önerdi. 65’te sanattan yoksun bir ülkeden geldiÄŸim için o galeriyi takip etmeye baÅŸlayınca bütün dünyam açıldı. Pop Art, minimal sanat, kavramsal sanat gibi akımları takip edebildim. Amerikan sanatını Fransa’ya tanıtan galerici Ileana Sonnabend ve onun çevresindeki sanatçıların ahbabı olarak yavaÅŸ yavaÅŸ 68 olaylarının içine doÄŸru girmeye baÅŸladım. O arada tabii İstanbul’da yapmış olduÄŸum soyut resimlerden biraz daha ilerleyip iÅŸte burada göstereceÄŸim 66-69 döneminde yapmış olduÄŸum Hard-edge usulü resimleri ürettim. Bunları çok fazla sergilemedim,  1971 senesinde Türkiye’de Goethe Enstitüsü’nde bir süre sergilemiÅŸtim, o zamandan beri ilk defa 2011’de tekrar sergileniyor.

​

Sergide bu ilk dönem soyut resimlerinizden yola çıkarak ürettiÄŸiniz yeni video çalışmalarınızı da gösteriyorsunuz.

​

Evet, 1966-69 arasında yaptığım resimlerle bugünün bilgisayar tekniÄŸiyle yaptığım sanal videoları beraber gösteriyorum. O yüzden serginin ismi de 20. YÜZYIL / 21. YÜZYIL. Çünkü o resimleri bugün kullandığım tekniklerle yeniden yorumlamak, canlandırmak istedim. 1960’lı yıllardan gelip bugün yaÅŸadığımız devire nasıl geçilebileceÄŸini göstermek istedim. Sergide resim ve videoyu birleÅŸtiren bir diÄŸer seri ise, 2006’da yaptığım Sound of Painting. Sergide ayrıca daha feminist bir çalışma olan 1979 tarihli Harem adlı video var.  O da desenler ve kolajlarla beraber sergileniyor. Sergideki diÄŸer iki videodan biri 1979’da yaptığım Shaman, diÄŸeri ise 2009 tarihli Lord Byron Meets the Shaman Women.

 

Resimlerinizde kullandığınız soyut dile tezat bir biçimde videolarınızda sosyo-politik gerçekliklere dayanan bir anlatımınız var. Bu geçiÅŸ sürecinden bahsedebilir misiniz? Ele aldığınız içerik mi teknik olarak böyle bir dönüÅŸümü gerektirdi yoksa bu farklı teknikler arasında içerik olarak ortak noktalar bulmak mümkün mü?

​

Mesela gurbet iÅŸçileri hakkında senelerdir yaptığım video çalışmaları neredeyse belgesel niteliÄŸinde denebilir ve onların yanında fotoÄŸraf ve desenler de yer alıyor. Çalıştığım konu hangi medyayı gerektiriyorsa onu kullandım. Benim arada sırada belgesel iÅŸlerden soyutlara geçmem ve ikisi arasında gidip gelmem bu yüzden. 1966-69 seneleri arasında soyut resimler söz konusu ama 1973’te ne soyut ne de somut denebilecek Topak Ev diye bir enstalasyon yaptım, “yurt” denilen bu göçebe çadırını yaparken, desen olarak resimlerimdeki yuvarlak motifleri kullandım derilerin üzerinde; bu ikisi arasında bir geçiÅŸ olabilir mesela.

​

Paris’te 1975 senesinde Femmes en Lutte (Kadınlar DireniÅŸte) adında bir grup kurdunuz ve o zamandan beri kendi bedeninizi kullanarak veya kadınlarla bire bir görüÅŸmeler yaparak birçok feminist çalışma gerçekleÅŸtirdiniz. O zamandan bu yana kadın hareketlerinde ve bunların sanattaki yansımaları konusunda nasıl bir dönüÅŸüm gözlemliyorsunuz?

​

BaÅŸta üç kadın sanatçı olarak bu grubu kurduk ama sonradan büyüdük. Her ay en azından iki defa birimizin atölyesinde buluÅŸup herkese açık toplantılar yapardık, kadın sanatçıların sanat piyasasında durumu üzerine tartışırdık. Bu toplantılara gazeteciler, sanat tarihçileri, yazarlar da gelirdi. Bu savaÅŸa giriÅŸtiÄŸimiz vakit tabii ki hepimiz feministtik ama “feminist kadın sanatçı” diye bir mefhum yoktu kafamızda. O zamanlar biz egomuzu arkaya koyduk, unuttuk. Hatta Jeune Peinture diye sanatçıların kurduÄŸu bir salonda karma bir sergi yaptık. Kadının reklamlarda, ev iÅŸlerinde, sinema afiÅŸlerinde vs. kullanılışı üzerine 20 kiÅŸilik bir sergiydi ve sanatçılardan kimse isimlerini koymadı, tamamen egomuzu bir yana ayırdık diyebilirim. O sergi çok büyük bir hareketti, görsel sanatlarda feminizmin Fransa’daki baÅŸlangıçlarından biri oldu. Bu harekette biz gruplarla çalıştık, kimse öne çıkmadı. Bütün bunlar tabii devrimci feminist sanatı çok geliÅŸtirdi. Åžimdi bugün bakıyorum Türkiye’de feminist sanatçılar var, çok da iyi iÅŸler yapıyorlar ama egolarını bir kenara bırakamıyorlar. Çünkü çaÄŸdaÅŸ sanat çok moda ve çok egolu bir dünya oldu. Åžimdi belki öyle bir sorun yok gibi görünebilir ama ilerde Türkiye’deki kadın sanatçılar çok güçlük çekecek. Belki bizim o senelerde yaÅŸadıklarımızı kadın sanatçılar ÅŸimdi yaÅŸayacaklar.

​

Çalışmalarınızda hem göçebe ÅŸaman kültürünü hem de göçmenlik konularını ele alıyorsunuz. Farklı tarihsel zamanlara ait olan bu kültürler arasında sizce nasıl bir süreklilik veya ortak noktalar bulunuyor?

​

Ben 1973’te Topak Ev’i yaparken din tarihçisi Mircea Eliade’ın Le Chamanisme adında önemli bir kitabını buldum. O kitaptan, ÅŸamanların Orta Asya’da içinde yaÅŸadığı topak evler, yurtlar üzerine çok bilgi edindim. Åžamanizm bir din deÄŸil; Åžamanizm’in sosyal, psikolojik, mistik bir tarafı var. Bilhassa o topak evlerde yaÅŸayan kadın ÅŸamanların elbiselerinden esinlenerek enstalasyonun dışındaki dekorlarını yaptım. Paris’te Musée de L’homme’da (İnsan Müzesi) ÅŸamanların tüm eÅŸyalarının saklandığı bir laboratuar var.1979’da orada hakiki ÅŸaman maskesiyle bir performans yaptım, sergideki Shaman videosu da odur. Åžamanizme olan iliÅŸkim yapmış olduÄŸum o ilk enstalasyona dayanıyor.

 

1970’lerden beri Avrupa’da,  Amerika’da ve Türkiye’de göçmenlik konusunu ele alan bir çok çalışma ürettiniz. Tüm bu tanıklıklardan, görüÅŸmelerden sonra bugün dünyada göçmenlik konusunda gelinen noktayı nasıl deÄŸerlendiriyorsunuz? Bu yaÅŸanan dönüÅŸüm sizin çalışmalarınıza nasıl yansıdı?

​

Hiçbir deÄŸiÅŸiklik görmüyorum maalesef. Benim gösterdiÄŸim Türk, Portekiz veya nadiren Kuzey Afrikalı göçmenler o gün hangi ÅŸartlarda yaşıyorlarsa, bugün de aynı ÅŸartlarda yaşıyorlar. Hiçbir deÄŸiÅŸim olmamış, hatta daha kötüye gidiyor. 35 sene önce neyse hala aynı.

​

O yüzden de belki videolarınız hala güncelliÄŸini koruyor.

​

O iÅŸleri bugün göstermenin ilginç yanı da bu zaten, bu insanların hayatında hiçbir ÅŸeyin deÄŸiÅŸmediÄŸini gösterebilmek. Bunu fark edenler oluyorsa tabii.

bottom of page