top of page

Interview with Nilbar Güreş*

* Bu yazı ilk olarak 01/04/2011 tarihinde Milliyet Sanat dergisinde yayınlanmıştır.

Nilbar Güreş, çalışan, kentli kadının baskın olduğu orta sınıf feminizminin dışında ve ötesinde farklı kadın temsilleri sunan bir sanatçı. Onun çalışmalarında, kadın sorunlarını genelleyen ve sınırlayan katı çerçevelere karşın, hayatın gerçekliğini ve ironisini bulmak mümkün. Cumhuriyet'in aydınlanmacı ve ilerlemeci çizgisinin ötesinde, Nilbar Güreş ele aldığı lezbiyen, başörtülü veya Kürt kadınlarıyla farklı kadınlık hallerini bünyesinde barındıran ortak bir kadın olma durumuna işaret ediyor.

 

Nilbar Güreş'in son dönem çalışmalarında ise erkek egemen bir toplumda, şehre göç etmiş, farklı hayat tarzları arasında sıkışmış kadının kendine ait dar alanlarda yarattığı özgürleşme ve direniş halleriyle karşılaşıyoruz. Mağduriyeti kabul etmektense, gücü yadsıyan, yok sayan, kendi bildiği gibi yaşayan kadınlar onlar. Belki haklarını sokaklarda aramayan ama özgürlük alanlarını kendileri yaratan, iktidarı içeriden ihlal eden kadınlar.

 

Bu ay Arter'deki “Görünmezlik Taktikleri” ve Rampa'daki kişisel sergisi ile izleyebileceğimiz Nilbar Güreş'e kadınları ve yeni çalışmalarını sorduk.  

 

Kadın bedeni üzerindeki iktidar, aile, okul gibi birçok kurumsal yapıda hissediliyor. Sizin çalışmalarınızda ise kadınlar bir mücadele alanı, bir tür eşik oluşturarak iktidardan bir kaçış sahası yaratabiliyorlar. Gerçek yaşamda ve çalışmalarınızda bu tür bir özgürleşme olanağından söz edilebilir mi? 

İmajlarımdaki kadınlar içinde bulundukları durumu tespit edip karşı durma stratejileri geliştirmeye çalışıyorlar. Yeni kullanma talimatları yazmak, durumu dönüştürmeye yönelik eylemler planlamak bunların bir parçası. Kadınlar arası dayanışma çok önemli, fakat erkek iktidar sistemlerinde herhangi bir sosyal destek olmaksızın bu dayanışmanın devamını getirmek çok güç oluyor. Bu noktada devletin tanıması gereken bir takım özel sosyal hak ve olanaklar, özgürleşme sürecinde çok önemli bir rol oynar. Türkiye bu konuda maalesef çok sorunlu, kadınları desteklemiyor ve gerektiğinde koruyamıyor. Kadınların bir kısmı kıskançlık ya da töre cinayetleri gibi neredeyse meşrulaştırılmış şekillerde gözlerimizin önünde yok edilirken bir kısmı da özgürleşme yolunda kayıplar veriyor. Kadın sığınma evleri ve kadınlara dair iş olanaklarında çok büyük açıklar var ve bu, Türkiye adına utanç verici bir durum. 

 

Çalışmalarınızda ele aldığınız kadınları biraz tanımlayabilir misiniz? Mesela onları belli bir coğrafyadan ayrı düşünmek mümkün mü? Onların kadın kimliğini oluşturan ortam ve koşullar neler?

Her coğrafyanın kendine özgü yaşantısı var dolayısıyla her iklimde kendine özgü hikâyeler, farklılıklar bulursunuz. Ama öncelikle şunu irdelemek isterim; sizin dediğiniz gibi kısa bir süre için işlerimdeki kadınları coğrafyalarından ayrı düşünelim, giysilerini ve çevrelerini bir kenara koyalım. Kadınlar düşünelim; bağımsızlar, çalışıyorlar ve aynı işi yapan, aynı eğitimi almış erkeklerden daha az kazanıyorlar, çocuk doğurma ihtimalleri düşünülerek meslek kariyerleri engelleniyor ya da çocuk doğurup işlerinden geri kalıyorlar. Sizce bu kadınların nereli olduğunun bir önemi kalıyor mu? Tabii ki kendi coğrafyasına ve geleneklerine ve hatta kendi aile ve kültür koşullarına bağımlı olarak hepimizin kendine has özellikleri var. Ancak çalışmalarımın özellikle belli bir coğrafyaya ya da sınıfa bağlı olarak okunmasından çok kadın olmanın ortak paydaları üzerinden okunmasını tercih ederim. 

 

“Bilinmeyen Sporlar” serisinde de sıklıkla kullandığınız, kadınların belli bir düzen ve estetik uğruna tekrarladığı saç yapma, ağda ve ev temizleme gibi rutin işler aslında kendi içinde gönüllü bir sıkıntı ve acı barındırıyor. Çalışmalarınıza baktığımızda, bu ritüele dönüşen eylemlerde cinsel istismar ve aile içi şiddete dair çağrışımlar da hissediliyor. Bu sıkıntıları kabullenişin temelinde yatan nedenler nedir size göre?

“Bilinmeyen Sporlar” serisinde temizlik, ağda yapmak gibi işlerde bir araya gelirken (ya da öyle görünürlerken) birbirlerini keşfeden kadınlar olduğunu eklemek isterim. Sorunuza gelince; bu seri kadın kadına dayanışmanın önemine, aile içi ve dişi-erkek hegemonyasına karşı yeni taktik ve stratejilerin gerekliliğine işaret ederken, kadınlar arası dayanışmamayı da görünür kılarak bu durumu sorgulayan bir seri. Yani bu işin ironisi, okun yönünü değiştirip, otomatik işleyen tavırlarımızdaki bilinçsizliği sorgulamamayı sorgulamak üzerine kurulu.

 

Rampa’daki kişisel serginizde daha önce Berlin Bienali’nde yer almış Çırçır serisi ve ilk defa gösterilecek olan TrabZONE serisine ait çalışmalarınız yer alıyor. Bu çalışmalarda öncekilerden daha farklı bir kadın birlikteliği ve ev dışında yaşam halleri görüyoruz. Bu işlerden biraz bahsedebilir misiniz?

İstanbul Bienali’nde gördüğünüz “Bilinmeyen Sporlar” serisi kâğıt üzerine kolajlarla başlayıp, kamusal alan performansları ile dışarı taşan ve sonunda Bienal’de gördüğünüz fotoğraf formuna varan bir projeydi. “Çırçır” ve “TrabZONE” serileri ise ön aşamasında resim, performans ya da kolaj olmaksızın, sadece fotoğraf olarak tasarlanmış isler. 

“Çırçır” projesi geçen sene Berlin Bienali için ürettiğim bir seri. Çırçır imajlarında tanıdık bir ailenin göç ve yaşam öyküsünden yola çıktım, ancak hikâyeyi bir adım öne çekerek o mekânda vaktiyle yaşanamamış, “ama eğer böyle olsaydı” diye tasarladığım imajlar da ürettim. Çırçır serisini, şimdi kentsel gelişim projesinin azizliğine uğrayarak yıkıma uğramış İstanbul'daki aile arazisinde bulunan apartmanda ve bahçesinde gerçekleştirdim. Gerçek olan bu hikâyede ailenin göç eden kadınlarının İstanbul’da çalışmasına izin verilmemiş ya da ailenin oğullarının o binada birer kat sahibi olmalarına karşın, kadınlara ait bir alan düşünülmemişti. İşin ince ironisi ise kızların aile ocağından bağımsızlıklarını elde etmelerinin yolunun, devlet eliyle bir yıkımdan geçmesi.

“TrabZONE” serisinde ise bir köy hayatı söz konusu ve kadınlar daha çok dışarıdalar. Bu seriyi çocukluğumun bir kısmını geçirmiş olduğum bir mekâna yıllar sonra dönüp, belleğimde o zamandan kalmış imajlarla orada bulduklarımı harmanlayarak ürettim. 

 

Performanslarınızı bir galeri mekânında değil de sokakta gerçekleştirmeyi tercih ediyorsunuz. Oradan geçmekte olan insanları bir tepki vermeye ve durum hakkında düşünmeye zorluyorsunuz. Fotoğraf ve kolajlarınız genelde ev ve yakın çevresinde geçerken performanslarınızda kalabalık kamusal alanları tercih etmenizin nedeni nedir?

Fotoğraf ve kolajlarımda kurguya ve naratif örgüye bağlı olarak ilk olarak figürler oluşuyor, imajların içindeki diğer nesnelerse günlük hayata aitler, yani bize tanıdık olan durumlara gönderme yapıyorlar. Özellikle kolajlarımda somut bir mekân tasarımı kurmuyorum, figürler iç ya da dış mekânda olabilirler, bunu bilemiyoruz. Fotoğraflarımda ise tıpkı bir film prodüksiyonunda olduğu gibi kurgulamak istediğim sahneye, tasarladığım hikâyeye en uygun olacak mekânı seçiyorum. Bazen hikâye beni kendiliğinden o mekâna götürüyor bazen de bu mekânı aramak gerekiyor. 

Kamusal alanda performanslar gerçekleştirmemin nedeni ise sanatla doğrudan, birebir ilişkisi olmayan insanlara ulaşmak istememden kaynaklanıyor.  Galeri bu anlamda doğrudan sanata endeksli ve daha “clean” bir yer. Burada kamusal alanda provokasyon üzerine kurulu bir durum yaratarak, sokaktan geçen herhangi birini işin içine çekmek suretiyle bir söz söyleme isteği yatıyor. Çünkü “kadının kamusal alandaki beden özgürlüğü” ne yazık ki  hâlâ acilen tartışılması gereken önemli bir konu ve bunu ait olduğu mekânda tartışmak gerekiyor diye düşünüyorum. Bu boyutuyla kamusal alanda gerçekleştirdiğim “performanslar” benim için belki de yaşamla daha içice, daha politik bir mecra.

 

Arter ve Rampa’daki sergilerinize paralel olarak böyle bir performans projeniz var mı?

Bu kez canlı bir performans projesi planlamadım, fakat Arter'de "Bilinmeyen Sporlar; İç Mekân Egzersizleri" adli videonun İstanbul’daki ilk gösterimi gerçekleşecek. Bu iş kamusal alanda olmasa da bir performansın belgelerinden oluşan bir video. 

bottom of page